Friday, November 16, 2012

KAÇAK YOLCUNUN YOLCULUĞU

Sahiplenmesem de.
Bir bağ…
Adını başka türlü koyamadığım
Bir bağ uzak yerlerle
Çağırır beni.
Şu sıralar yağmuru çekiyor Kaz Dağlarının düşlerinin ağıyla
Balıkçı Mustafa’nın türküleri
Dut ağacının altından içimi boş viteste salıverdiğim uçsuz bucaksız tarlalar
O tarlaların arkasında görünmeyen ama gidince içine seni alıveren orman
O ormanın içinde yeni başlayan yağmurlarla çıkan yabani otları
Rutubet kokan mantarları
Ve görüp, göremediğim halleri…

Derken

8 kasım Perşembe Ankara- Bayramiç otobüs yolculuğunda.

Yanım boş. Ankara'yı çıkmadan otobüsün durmasıyla yeni yolcu alacaklarınısanıyorum. Oysa binen olmuyor, inen varmış. Yanıma biri gelmeyeceği için seviniyorum. Muavin rahatına bak diyor. Sonra da tüm yolculuk boyunca rahat etmem için elinden geleni yapıyor. İlk servisten sonra şekersiz kahve içtiğimi aklında tutup gece boyunca bana şekersiz kahve ikramı yapıyor.

Yan koltukta genç bir anne yanında baskın karakterli kocası. Anne, baba dediğim ikisi de çocuk. Anne bebeğini emziriyor. Bir kadının genç kızlığından bu yana kambur durarak saklamaya çalıştığı göğüslerini bir otobüs yolculuğunda çıkartıp bebeğini emzirmesidir anne olmak. Yani çocuğunu büyütürken kendi büyürken yitirdiği, utandığı, yasaklandığı kadınlığını utanmadan sevgiyle kucaklayabilmesidir. Bir ninnide düşlediklerine tutunabilmesidir.

Arkamda hararetli ve kızgın bir şekilde telefonla konuşan Karadeniz’li bir teyze. Kızının kocasını vurmaya gidiyor. Kayış kopuk. Anahtar varmış. Adamın uyuyor olmasıiçin dua ediyor. Uyuyorsa boğacak. Boşansınlar diyorum. “Şimdi ben onlarıboşandıracağum” diyor. Teyze bütün gece söyleniyor. Hedefindeki maktülden sonra Karadeniz Holding’ten sıra dayağına çekeceği kişilere tek tek söylenircesine kendi kendine sövüyor. İçinde dert çektirenler ve çektirecekleri kadrosu hayli kalabalık.
 
Sevgili arkadaşım Çiğdem’in abisinin ölüm haberini alıyorum. “Harcanıp gidiyor ömür dediğin” türküsünü söylerken içimden, mola verdiğimiz yerde Ömür Köftecisi ile karşılaşıyorum. İçli Köfteleri meşhur olmalı.

Dinlenme tesisinde kafes kafes içinde bir muhabbet kuşu. Kendi zevkin için nice hayatlar soğuruyorsun insanoğlu.

Saat 05.30 da Bayramiç Muratlar Köyü girişinde iniyorum.  Otobüsün camında Karadeniz'li Teyze bana el sallıyor...

Tuesday, October 30, 2012

Yılanlı Dağı- Kayseri (1700 m)

Şehir merkezinin kuzeybatısında; Kayseri'ye her gidişimde yanı başımızda bulunan Yılanlı Dağı, bizi üzerinde bulunan kıymetlisi tümülüs zirvesine davet ediyor. Dallarında bülbüllerin sabah ezgisiyle bizi karşıladığı meşe ve kavak ağaçları sonbahar renkleriyle bezenmişler. Kahvaltı etmeden erkenden yürümeye başlamamıza rağmen bize meyvelerini ikram eden ardıç ve kuşburnu ağaçları açlığımızı kırıp yolumuza devam edecek enerjiyi bize sağlıyorlar. 




Liken desenli kayalar zirve için kısa yollarımıza basamak oluşturuyor. Düz yoldan değil de bu kayalardan tırmanırken dağın gerçek dokusunu hissedebildiğim ve biraz da ben de keçilik olduğundan kayalardan tırmanmayı seviyorum. Bir buldozerin açtığı yoldan değil de dağın doğal yüzeyinden yürüdüğünüzde bir çok farklı ot türü, orda yaşayan hayvanların yürüyüş yolu olan minik patikalar ile karşılaşabilirsiniz. Köpeklerin minik patikasından yürürken yavşan otunun adaçayı ve lavanta karışımı kokusu bize eşlik ediyor. Sincapların ve alakargaların, minik şapkalı meşe palamutlarını neden bu kadar çok sevdiklerini anlamaya çalışıyorum. Tadına bakıyorum. Tatsız ve acı badem arası bir tadı var. Ama sincap ve alakargalar için yoğun ve doyurucu olmalı. Bunun dışında, benim için doğanın en sevimli görüntülerinden biridir; minik şapkalı meşe palamudu.

Adı Yılanlı Dağı olmasına rağmen zirveye giden yolda sadece bir yavru yılanla karşılaşıyoruz.1600 m de tümülüs karşımızda.




Bu, yığın toprak ve taşlardan oluşan yapay tepe'nin altında kral ve kral ailesi için inşa edilmiş bir mezar odası var.
Kayseri'nin çevre kasaba ve köylerinde, Yılanlı Dağı'nın üstünde, Ali Dağı'nın kuzey batı zirvesinde ve adını henüz keşfetmediğim dağların üzerinde çok miktarda tümülüs mevcut. Ayrıca, bu tümülüslerin Romalılar zamanında haberleşme için de kullanıldığı biliniyor. Yakılan bir ateşle bir tümülüsten diğer tümülüse haber gönderilir ve bu zincir İstanbul'a kadar gidermiş. Kim bilir kaç kez yakılıp kaç kez civar şehirlerden yardım istenmiştir ?

1700 m'de timülüsün zirvesindeyiz. Benim için artık bir dosta dönüşen Erciyes açık zirvesiyle yine bana en güzel hediyesini sunuyor. (Erciyes'in zirvesi genelde bir bulutla örtülüdür. Havasında olduğu zamanlarda bir merhaba demek için ya da sizi zirvesine davet edesi varsa Erciyes'in görüntüsü tümüyle ortaya çıkar. Ki Erciyes'in zirvesine yolculuğum onun beni daveti üzerine olmuştur. O gün bugün Kayseri'de ki en sıkı dostumdur)



Tümülüsten görünen  Kayseri manzarası.


Zirveye bir zirve daha ekledik.



Yükseklerde çiftleşmeyi ve üremeyi seven uğur böcekleri.

Yılanlı Dağı'nın kanayan yarası. Kum ocağı için toprak alınan aslında çalınan kısım.


Ve dönüş yolunda bizi Kayseri'den uğurlayan Erciyes.









Thursday, October 25, 2012

Belediye Bey, Köy işte burası Köy

Kayseri'nin Dadağı Köyü'ndeyiz bugün. Bizim misafir olduğumuz ev köyün girişinde. Deniz' le birlikte köye doğru yürüyoruz. "Dadağı Köyü'ne Hoşgeldiniz" yazan büyük tabelanın altından geçerek köye ayak basıyoruz. Eskiden de böyle gelinirmiş köylere. Yürüyerek. Bir köyden bir köye...
Odun kokusu karşılıyor bizi. Belli ki bir bahçede ekmek ya da yufka yapılıyor. Kokular herhangi bir anda, zihinden imgelenemezler. Ama var oldukları an, insanın zihninde bir sürü çağrışım pırıltısı yakarlar. Bu kokuyla çocukluğuma, bahçemizde salçaların kaynadığı, babamla közünde mısır pişirdiğimiz anlara gittim.
Sonra bir köyün olmazsa olmazlarından; dinozorların varisi tavuklarla karşılaştık ve yine bir başka koku, tezek kokusu.
Ama durun bir dakika! Aslında burası bir köy değilmiş. Köyün bir kaç yerinde gördüğüm Büyükşehir Belediyesi otobüs duraklarından, Dadağı Mahallesi tabelasından şikayet edesim var. 1951'den kalan taş evleri, yolda buldukları sopayı atı sanıp bir köyden bu köye koşturan çocukları, odun ve tezek kokusu,bahçesindeki taş değirmeni, nehrin devirdiği ağaç gövdesi, sonbaharı yaşayan bağı ve bahçesi ile kalbi minik minik atan bir köy burası. Beden dili, karakteri, kişiliği ile köy olan bir yeri sen ne diye Belediye'ye bağlayıp mahalle yaparsın ki? Kaynaklarından yararlanıp, ileride imara açıp, bağını bahçesini tüketmek, 1951'lerden kalan taş evlerini sömürmek için mi? İki basketbol potası diktirmekle, bir çocuk parkı yaptırmakla hemen sahiplenemezsin o köyü, belediye bey.
Bağları bahçesi, sonbahar renkleri, kokusu, insanları tüm döngüsü bir ahenk. Köy işte burası köy.

Wednesday, October 24, 2012

Deli Kuşu Özledim

Deli kuşumun evinde olmak ve deliliği tadına vararak yaşayabilmek. Hem de onu bir senedir görmemişken, denk olaylar yaşamak, ordan bağlantılar kurmak, farklı şeyler yaşamış olsakta hala anlayabilmek...Hissedebilmek dünyaya ait kaygılarını, zihinsel sancılarını ve kalpsel atışlarını deliliğin ve hep deli kalabilenlerin..:)Tüm muhabbetlerin, hissedişlerin içinden gecenin sonlarına doğru, Çolpan İrlanda, İsveç, Finlandiya ve Belçika 'dan getirdiği çikolatalardan koyuyor önüme. Kendimi dört tarafı adalarla çevrilmiş deniz gibi hissediyorum, farklı ülkelerde kıyısı olan.Çikolatalarla başbaşa kalıyorum, bir ayin gibi eğleniyorum hepsiyle. Amelie'nin eline tüm çilekleri geçirip yediği sahnedeymiş gibi..Tüm çikolataları seviyorum.En çok İrlanda'dan olanını.
Kaşık ( Çolpan'ın kedisi) dışar gezmelerinden dönüpte evin yolunu buldurursa diye camları açık bırakarak yatıyoruz. Ama Kaşık'tan ses seda çıkmıyor o gece. Saat 5 sıraları bir ambulans geçiyor. Ben güzel rüyalar peşinde ilerlerken birileri can mücadelesi veriyor. Niye ölürken bile mücadele eder ki insan. Yaşam da var olan yargılarımızdan kurtulduğumuzu sanırken aslında ölüme karşı da mı yargılıyız?
Ölüm üzerine düşünüyorum sonra. Bir yanım ben çok uzun süre yaşıyacağım, yapacak çok şey var, dönüştürülecek çok şey var derken, bir yanım da merak ederek ölümü bir ara ölüceğim diyor. Hem de Emre' nin sevdiği şeylere karşı verdiği ahh, ohh tepkilerini vererek, seslerini çıkararak ölüceğim. Biliyorum ki sadece bir döngünün parçası ölümüm.Bu döngünün ne olduğunu anlamlandırmada doğa bana metaforunu sunuyor. Tohumun toprağa düşmesi gibi, aslında bedenim bir tohum toprakla beslenen, onun içinde çürüyüp ona karışan.Sonrası... neresi olduğunu bilmediğim bir diyarda yeşerecek mis kokulu çiçeği . Kim bilir sonra yine başka bir döngüye girecek derken... Araba vızıltısı hiç kesilmeyen sokağın seslerine dalıyorum .

Sürekli Zamanlarda Sevmek


Konya yüksek hızlı trenindeyim.Hızlı trene gelişimizde hızlı olduğundan tam da yavaşlama özlemi çekerken benim için hızlı bir yolculuk başlamış oldu. 9.03 te evden çıkıp trenin kalkışına 1 dakika kala bilet gişesindeydim. İnternetten aldığım biletin çıktısını alıp koşarak hızlı trene bindim. Yani tren hızlanmadan ben çoktan hızlanmıştım. Bugün Deniz (eşim) de iş için Arabistan' a gidiyor. Beni gara o bıraktı. Ona sımsıkı sarılasım ve öpesim varken. Yetişebilmek için artan ivmemizle yanağına bir öpücük koyup arabadan inip tren garına koştum. İvmesinin gittikçe artmasını dilediğim bir öpücük. Sarılmaları, sevişleri, öpüşleri sadece son anlara, ayrılmalara, bayram, seyrana saklamamalı insan. Her zaman sarılmalı sevdiceğine.
Veda da edemedim, sarılamadım diye burukluk olmadı içimde. Çünkü ben severim, sarılırım, öperim (Sürekli zamanlarda)
Sarı uçsuz bucaksız dümdüz tarlalar. Küçük prensin saçları gibi renkleri. Ve tilki ile muhabbeti geliyor aklıma.
“Sen kimsin? Çok güzel görünüyorsun.”
“Ben bir tilkiyim.”
“Gel, birlikte oynayalım. Öyle mutsuzum ki” dedi küçük prens.
“Seninle oynayamam” dedi tilki, “ ben evcil bir hayvan değilim.”
“Buna çok üzüldüm” dedi küçük prens. Ama biraz düşündükten sonra: ”Evcil ne demek?” diye sordu.
“Anladığım kadarıyla burada yaşamıyorsun” dedi tilki, “kimi arıyorsun?”
“İnsanları arıyorum,” dedi küçük prens, “ peki ama ‘evcil’ ne demek?”
“İnsanlar,” dedi tilki, “tüfeklerle dolaşırlar ve avlanırlar. Tam bir baş belasıdırlar. Bir de tavuk yetiştirirler. Tüm işleri bundan ibarettir. Sen de mi tavuk arıyorsun?”
“Hayır, ben arkadaş arıyorum. Ama ‘evcil’ ne demek?”
“Bu pek sık unutulan bir şeydir. ‘Bağ kurmak’ anlamına gelir.”
"Bağ kurmak mı?"
“Evet. Örneğin, sen benim için sadece küçük bir çocuksun. Diğer küçük çocuklardan hiçbir farkın yok benim için. Sana ihtiyacım da yok. Aynı şekilde, ben de senin için dünyadaki yüz binlerce tilkiden biriyim sadece. Bana ihtiyaç duymuyorsun. Ama beni evcilleştirirsen eğer, birbirimize ihtiyacımız olacak.Sen benim için tek ve işsiz olacaksın, ben de senin için.”
“Anlamaya başlıyorum” dedi küçük prens. “Bir çiçek var. Sanırım o beni evcilleştirdi.”
“Olabilir. Dünyada her şey mümkündür.” dedi tilki.
“Ama bu çiçek dünyada değil.”
Tilki şaşırmıştı. “Başka bir gezegende mi?”
“Evet.”
“Peki orada avcılar da var mı?”
“Hayır, yok.”
“Bu çok ilginç. Peki ya tavuklar?”
“Hayır. Tavuklar da yok.”
“Eh, hiçbir yer mükemmel değildir” dedi tilki içini çekerek. Sonra kendini anlatmaya başladı:
“Yaşamım çok monotondur. Ben tavukları avlarım, avcılar da beni.
Bütün tavuklar birbirine benzer. Bütün insanlar da öyle. Bu yüzden biraz sıkılıyorum. Ama beni evcilleştirirsen eğer, yaşamıma bir güneş doğmuş olacak. Senin ayak seslerin benim için diğerlerinden farklı olacak. Ayak sesi duyduğum zaman hemen saklanırım. Ama seninkiler, bir müzik sesi gibi beni gizlendiğim yerden çıkaracaklar. Şu ekin tarlalarını görüyor musun? Ben ekmek yemem. Buğday benim hiçbir işime yaramaz. Bu yüzden de bu tarlalar bana hiçbir şey hatırlatmazlar. Buna üzülüyorum. Ama sen beni evcilleştirseydin, bu harika olurdu. Altın renkli saçların var senin. Ben de altın renkli başakları görünce seni hatırlardım. Ve rüzgarda çıkardıkları sesi severdim.
Sustu tilki ve uzun bir süre küçük prensi izledi.

Tuesday, October 23, 2012

...

Dün gece Evren'e sarıldım (Gökhan’ın kardeşi).
Tüm varlığımı hissetmek istercesine.
Öyle sıcak ve içtendi ki…
Sonsuzluğa daldım gözlerinde
...

Sunday, October 7, 2012

Nefessiz Bırakıyorsun beni ülkem


Bir savaş ağıtı yakıyor yüreğim üç gündür. Aslında var olan bir ağıtın sesleri yükseliyor. Daha yakından geliyor. Türkiye’den... Aslında 30 yıldır yaşananlar da bir savaş ya biz savaş diye nitelendirmesek de. Ama yaşadığım ülkede savaş diye nitelendiriliyor şu sıralar olaylar. Yaşadığım mı? Kaçıp gidesim geliyor. Ama Türkiye’den başka bir ülkeye değil. Dünya’dan kaçıp gidesim geliyor.

Kalbimde ve içimde duyduğum ilahi aşk duygusu savaş-barış zıtlığıyla iki uca çekiliyor. Aynı gergin bir tel gibi içimi acıtıyor. Müzik öğretmenimiz Bay Derya bir öğrenci gitarının telini değiştiriyor öğretmenler odasında. Acaba söylesem benim gerilen bu telimi değiştirir mi?

 İnsanların kulaklarına bal mumu dökülmüş gibi. Savaşın ağıtını, ölen insanların çığlıklarını duyuyorlar mı acaba? Günlük koşuşturmacalar devam. Okulda müfettişler toplantı yapıyor. Uğultu gibi sesleri. Pek de anlamıyorum ne dediklerini. Veli- aile-öğretmen- tüketim-üretim kelimeleri geçiyor. İçimde ise dışarıda dönen kapitalist sistem çarklarının ve silah tüccarlarının çığırtkan sesleri yankılanıyor. Tezkere görüşülüyor mecliste.

Perşembe günü Yoga Şala’da vereceğim ilk yoga dersim. Hazırladığım dersim kalp çarka ile ilgili. Niyetim ise kalbimizden akan şefkate ve gerçeğe güvenmek, onu çoğaltmak, paylaşmak. Ama kalbimin telleri bu kadar gerginken, garip bir ruh hali ile gidiyorum derse. Oysa ilk dersim ya, heyecanlı olmam gerekiyor. Ama dedim ya savaş kalbimin akordunu bozdu diye. Duygularım  bozuk.  Her şey bir yalan...

Perşembe okulda nöbetçiyim. Öğrencilerin kendi aralarındaki muhabbetlerini dinliyorum, gözlemliyorum. Savaşı bilgisayar oyunu gibi görüyorlar. Eğer kazanan olmak istiyorsan bir an önce harekete geç! Birbirinden yeni ve macera dolu tüm savaş oyunları burada seni bekliyor!

"Örtmenim, onlar Türkiye’den 5 kişiyi vurdu bizde onların 34 kişisini vurduk. Türkiye daha güçlü örtmenim".

Bir insan öldürmenin ne demek olduğunu anlatmaya çalışıyorum. Türkiye’li öldürmek ya da Suriye’li öldürmek diye bir şeyin olmadığını. İnsan öldürmenin dehşetini, vahşetini anlatmaya çalışıyorum. Ama bilgisayar oyunları sayesinde şiddet kodları o kadar açılmış ki beyinlerinin. Öldürmek zevk veriyor bahsederken onlara. Medyada zaten oyun gibi aktarmıyor mu her şeyi. En heyecanlı savaş oyunlarını bu bölümde oynayabilirsiniz. Rakiplerinizle amansız mücadelelere gireceğiniz savaş oyunları ülkemizde sizleri bekliyor.
 
"Suriye’nin top mermisiyle Akçakale’de 5 Türk vatandaşı ölüyor. Türkiye’de misillemede bulunarak Suriye’deki hedefleri vuruyor. Türkiye’nin ateşi sonucu 34 Suriye’li asker ölüyor".
5 Türk-34 Suriye’li.

"Halep kentinde, Suriye ordusu ile Özgür Suriye ordusu arasında çatışmalar yoğunlaşıyor. 31 kişi hayatını kaybediyor".
31 kişi.

Ölen insanlar, verilen zararlar sadece sayısal verilerden mi ibaret?


"Nereden saldırı gelirse susturulacak" diyen bir dış işleri bakanı, "bize top atana biz gül atamayız " diyen bilmem ne partisinin lideri, "savaşa uzak değiliz" diyen bir başbakan…

Offf..hh

Nefessiz bırakıyorsun beni ülkem.

Sunday, September 23, 2012

SiMurG KuŞu musun SeN?

Nesin sen?
Kuş musun göklerde süzülen,
Tüylerin de yok ki senin.
Yoksa, yoksa...?
Kaf Dağı’nın ardında gizlenen Simurg kuşu musun?
...
Eriyorsun, kayboluyorsun gözümün önünde
Ve Aşk
Aşk-
-İçinde.
Tekrar doğup küllerinle
Yine bir bedende can bulup,
Sema-semah yapıyorsun.
Yine eriyorsun,
Eriyorsun gözümün önünde.
...
Özünden doğan spiraller içinde
Yükseliyorsun semaya
Ta ki...Ta kiiiiiii....
Boşluk olana dek.


 

Sunday, September 9, 2012

Kalpten bakınca güzel oluyorsun DÜNYAAAA


7 Gün 7 Gece Sema/ Yalova –Gökçedere’de

....

Seni uzaktan sevmişim yıllardır sanki iki farklı varlıkmışız gibi. Aslında kalbim iken sen. Aslında damarlarımda dolanıyorken can suyun. Ve senin bir parçanmışım ben.
Dönerken aşk içinde eriyorum. Şimdi sessiz sedasız taşıyorum sırrını. Çünkü sırrın dediğim anda kelimeler yetersiz. Ateş işte bu. Yanar, kor olur en sonunda. Bu ateşle ne bir yere varma, ne de kendimi kanıtlamak derdindeyim. Cennetini de biliyorum, cehennemini de. Dile gelmek için bile binlerce yıl uzaktan geldim aslında. Kendimi severek, bütün canlılara vardım. Ben onlardaydım, onlar da ben de. Aşk ise bizde. Herkesle, her şeyle aynı semanın altında yaşadığımızı bilmek yetiyor bana. Bu yüzden ihtiyacım yok artık sınırlara, kavramlara, ideolojilere, milletlere…Başımızı kaldırdığımızda gördüklerimiz aynı. Altında yaşadığımız gökkubbe aynı. Yıllardır bir nebulanın içinde aşkı arayıp duruyoruz. Oysa aşk, içimizden dışımıza serpiyor varlığımızdan gelen yıldız tozlarını. İşte bu yüzden durmuyor dünya, durmuyor semalar. Durmuyor zikrediyor çiçekler AŞK’ı. Elhamdülillah.
......

Şu an rüya gibi. Saat gecenin 3’ü. Var olduğundan beri dönüyor dünya. Müzik şifasını vererek sema yaparken, sema da müzik oluyor.
Belki de topluca, toplumca, bu dünyaca bir rüya görüyoruz. Gözlerimiz kapalı ve biz kurup yaşıyoruz. Oysa varlığın anlamını ya da bilmiyorum ki anlamın varlığını da olabilir… İşte bu sırrı hissettiğimizde, coşku duyduğumuzda gerçek oluyor her şey. O zaman AŞK’a çevirelim düşümüzü. Bırakalım savaş- barışı, iyi- kötüyü, çirkin- güzeli. Birleştirelim tüm zıtlıkları gerçek AŞK’ ta.

SEMA’ya giderken


Yalova/Gökçedere’de her yıl gerçekleştirilen, Türk Musiki’sini Araştırma ve Tanıtma Grubu (TÜMATA) tarafından 16-23 Ağustos tarihlerinde düzenlenen “ 7 Gün 7 Gece Sema” etkinliğinin son 2 gününe katılmak için yollardayız.

İki yanı çınar ağaçlarıyla bezenmiş bir yol, dingin bir sessizlik götürüyor beni oraya. Yol kenarlarında tek tükte olsa birkaç insan. Yavaş adımlar... Her adımlarının, aldıkları her nefesin tadını çıkarmak istercesine…

Yol arkadaşlarım Deniz ve Duygu. Onlarla şu anda sessizliği paylaşıyoruz. Şükürler olsun sessizliği paylaşabilenlere.

Ve mis gibi çimen kokusu her nefes alışta içimi yeşerten…

Mehmet Rasim Mutlu İlim Merkezi. Mutlu ilim. İlk karşılaştıklarım bir köpeği öpen küçük bir bebek, rüzgarla gelen ney sesi, zaman ve mekanın kayboluşu… Bir tılsım beni sükunete, sadeliğe, huzura, uyuma ve birliğe davet eden.

Friday, September 7, 2012

NEDEN?ki


Neden bir ünvana yetişmek gibi bir gayemiz var? Ya da bir an önce işe gitmek, kar etmek, para kazanmak, illa ki yükselmek, ev sahibi olmak, araba satın almak… Ruhumuzdaki gedikleri açan hırslarımız, telaşlarımız, kariyer planlarımız, malımız, mülkümüz. Kemirdikçe kemiriyor ruhumuzu. Ya biz ne yapıyoruz bu boşlukları kapatmak için? Ohh, makyaj üstüne makyaj... Sahip olduğumuz san, kariyer, arkamızı yere getirmeyeceğini düşündüğümüz mal varlıklarımız. Ya o mal varlıklarını edinmek için sürüklendiğimiz hayat kopuklukları, sırf o evi almak için edinilen borçlar, sırf o borcu ödemek için çakılıp kalınan çarklar….Bırakıp gidememek…Ne için? diye sorarken aslında bu NEDEN?leri  nerden yazmaya daldığımı anlatayım.
Üniversite yılları, yurtta kaldığımız senelerden 304 nolu oda mensupları 4 kişi görüştük dün gece. Özleşmeler, yeni hayatlar, görüşülmeyen bu 4 senede yaşanılanlar. 4 sene de az buz değil, bu senelerde yaşanılanlar da. İçlerinden Duygu, Erzurum’da psikolog. Memleketi Van. Depremde ailesinin yaşadıklarından bahsediyor. Kendi sahip oldukları 2 evde hasar görüyor, yıkılıyor depremde. Bunun yanında teyzesinin, diğer akrabalarının evleri de. Ailesi ve akrabaları bir hafta kadar dışarıda, arabada yatıyorlar. Erzurum yakın. Duygu onları yanına çağırıyor, deprem sırasında Van’da olmadığı için neler olup bittiğini bir yandan da tam algılayamamışken.
 “Ben hala onları ağırlayacak, misafir edecekmiş gibi düşünüyorum” diyor.
Anneleri yolda iken “Ne yemek yapayım?” diye sorduğunda “ Valla ne bulursan yap işte. Bir haftadır açız.” diye gelen yanıt aslında gelen misafirlerin can dertlerini sunuyor ona.  
30 kişi iniyorlar araçtan. Teyzesi yalın ayak, erkekler saç sakal karışmış...
Bir buçuk ay Erzurum’da kalıyor aile. Duygu görevlendirme ile arada Van’a gidiyor. Tabi ki kalacak ev yok, hotel yok. Uyku tulumunda hastanede yatıyor. Amacı yaşanılan travmalar da biraz olsun yardımcı olabilmek. Arada, ailesinin istediği bazı şeyleri almak için hasar görmüş evlerine uğruyor. Uğruna koşturulan, edinilen tüm varlıklar viran, duman.
Bina yapımı için TOKİ’ye izin verilmiş. TOKİ yıkılan evleri  kaç evin olursa olsun, değeri ne olursa olsun 30.000’e sayıp geriye kalanı sana 20 sene borca bağlıyor. Elde etmek için yıllarını verdiğin her şey bir an, sadece bir anda viran duman.
Dün geceki buluşmam yazıya döktürttü içimde çınlayıp duran bu NEDEN? sorularını. Sorar oldum ya nicedir NEDEN? diye. Yeni sorulara neden olan NEDEN? sorusuyla işte öyle bir dalgın bakıyorum insanlığın hallerine.

Wednesday, September 5, 2012

BiR ÇOCUğun GÖZBEBEKLERİNDEN İÇERi



Ego otobüsüne bindim. İçerisi bir sürü yaşlı dolu. Tüm koltukları kaplamışlar. Evet ya şu an tam da o an koltuk kılıfı gibiler. O kadar yaşanmışlıkları, anıları...var belki ama bu koşuşturmacanın içinde cansız gibiler. Sanki yitip gitmiş anıları çarkların içinde, ezilip sönmüş canları. Ne işiniz var burada bu yaşta diye bağırasım var otobüsün içinde. Derken bir amcanın yanında oturan torun çocuk ilişiyor gözüme. Gözlerini kapatıyor birlikte hayal kurmak istercesine.


O hayal kurarken ben de yüzümü kanıma dokunan otobüsün iç görüntüsünden cama çeviriyorum ve dışarıyı izliyorum. Bir sıra bakanlığın önünden geçerken her binanın yıkıldığı yerinde de ağaçların bittiği canlanıyor gözümde. İşte o zaman otobüsün içine bakıyorum. Can geliyor, renk geliyor bizim teyzelerin, amcaların yüzüne.
 
Aslında derdim onlarla değil derdim bürokrasi, sistem ve sistem içindeki koşuşturmacalarla.




Monday, September 3, 2012

BONsai SANATI




Yalova’nın Çiftlikköy girişinde Bonsai Sanatı diye bir bahçe ile karşılaşıyoruz. Tam gaz giderken Bonsai ve Sanat kelimelerini yan yana görmemiz hızımızı kesip durmamız için yeter de artar bir sebep. Yardımcı olmak amacıyla Ayşe teyze karşılıyor bizi. Sesinde, yüzünde içten bir hoş geldiniz ile. Nasıl yardımcı olabileceğini soruyor? İlgimizi çektiğini söylüyoruz. Aslında,  ben bonsaileri çok seviyorum hem de çoook diye zıplarken içim. Konuştukça Ayşe Teyze’nin bonsai sanatına olan aşkını, sevgisini, şefkatini fark ediyorum. Bu sevgiyi hissettikçe içimdeki zıplangıç hızlanıyor.
Bonsai sanatı bir çok farklı ağaç türüne şekil verilerek uygulanıyor. Meyve ağaçları dışında odunsu olan her ağaç türünde bonsai yapılıyor. Bonsai sanatı derin bir kültürü olan emek isteyen bir süreç. Çam, sedir, ardıç ağaçlarına, fikuslara öyle ince, öyle estetik şekiller verilmiş ki bakmalara doyamıyorum. Ağaçların çoğu 8-9 yaşındalar.  Yani bu güzellikler yılların emeğinin ürünü. Genç olanlarının dallarına şekiller verilmek üzere teller sarılmış. Fidanlar, budama ve çeşitli yöntemlerle bonsai haline getirilmiş. Ayşe Teyze ve bu bahçenin sahibi Hasan Şimşek birlikte 12 senedir kendi sevgileriyle şekillendirmişler ağaçları. Sevgi görünmez ya hani ama Ayşe Teyze’nin anlattıklarında hissediyorsunuz onun ağaçları, çiçekleri ne kadar da sevdiğini. 4 sene öncesine kadar ev hanımı olan ama bu sevgisi uzun yıllara dayanan Ayşe Teyze’miz anlatıyor ağaçlarını. “ Onlar çocuk gibidir. İlk yaşları zordur. Daha çok emek, ilgi ve tutarlılık isterler bu yaşlarda.  Terlerse terini alırsın, acıkırsa beslersin. Ne çok sıcak isterler, ne de çok soğuk. Her biri kendine göredir. Seversin, gözün gibi bakarsın. Ama biraz büyüyünce güçlenirler. Verdiğin şekillerin dışında kendi şekilleriyle harmanlanırlar. Kökleri daha güçlüdür ve artık daha bir köklenerek uzanırlar gökyüzüne”. Sonra fikusları gösteriyor. “Hele şunlar sevgi arsızıdır. Eğer odaya girip onlara yüz vermeye gör hemen küserler. Öyle ihtiyaçları vardır ki sevilmeye. Ama verdiğiniz sevgiyi yansıtırlar size. Yeşiline can verir sizin sevginiz”. O an kendi içime dönüyorum ve soruyorum. Hangimiz fikus değiliz ki fetusluğumuzdan bu yana? Kim ki sevgiye muhtaç olmayan ve sevgiyi yansıtmak istemeyen? Var olan boşlukları sevgi doldursun yeter ki.  Ve biz yansıtalım sevgiyi daha bir tomurcuklanarak. Seviyorum.

 


Ayşe Teyze ve sevgi arsızı Fikusları

Sunday, August 19, 2012

JAM'den AŞK'a

Jam kapısı.
Aç ka-pııı-yı beee-zir-gan ba-şı, beee-zir-gan ba-şı. Kapı hakkı neeee verirsin neeee alırsın? (İçinden geçtiğimde kendimden geçtim aslında. Kendi benliğimden geçtim. Nasıl mı ki? Evvet...Anlatmak karışık ama yaşanılanlar bir o kadar da sade ve gerçek. Karnımda, sanırım tüm vücudumda kelebekler uçuşuyor, bir de saçlarımdan çekiştiriyorlar. Heyecanlıyım bu kapıdan geçtiğimden beridir. En iyisi ben size bezirgan başı oyunuyla anlatmaya devam ediyim. Belki de metaforlar yardımıma yetişir.Belki de yetişmez. Hadi gidelim beraber Jam kapısına.)
Jam Kapısı. Aç-tım ka-pı-yı bee-zir-gaan ba-şıııı.
Hesabı kapatılmamış duyguların, kızgınlıkların, kırgınlıkların geçmişten çıka gelmesi, kalpte düğümlenmeler, avuç içlerinde yanışlar. Nefes alışlar, verişler...Hııımm…, Haaa...İçe dönüşler...
Gir-dim ka-pı-dan i-çe-riiii, be-zir-gaan ba-şı.
Düğümlerin çözülmesi, zihnimdeki düğmeleri açıp kapatabilme gücüne sahip olduğumu algılayışlarım... Kendimi ve bütünü kabulle gelen bu süreçte "mücadele" kavramını sözcük dağarcığımdan çıkarışım...(Kendi yargılarımla, başkalarına karşı yargılarımla doğan, gelişen ve mücadeleye dönüştürdüğüm bir enerji ne kadar dönüştürücü ve yapıcı olabilirmiş ki? Anlıyorum bu süreçte.) Zihnim ve kalbim mücadelenin enerjisinden özgürleşiyor. Her şey; hayattaki mücadelelerim de dâhil aşk ve sevgi enerjisiyle beslenen tutum, tavır ve kutlamalara dönüşüyor.
Var-mak, do-kun-mak i-çe-ri ve ge-çip git-mek bee-zir-gaaan ba-şııı.
Üzerime bir yama gibi yapışan benlik parçalarından kurtulduğumu hissediyorum. Gerçek benliğimin aslında benlik olmaktan uzak, boşluk ve boşluğun sessizliği, boşluğun coşkusu olduğunu görüyorum. Beni ben yapan tüm zıtlıklar birleşiyor içimde.
Bir de her an'a yakından bakabiliyorum. Bir an türkü sözlerini yazan şairlerin duygularını hissedip o sözleri, o ezgileri yaşıyorum ve yaratıyorum. Sonra keşfediyorum.  
Söylediklerimizin, konuşulanların önyargısız , "benden" olması ne kadar insansıymış meğer. Ve benden konuşmak bir insanın kalbine dokunarak, bütünlüğün içinde eriterek bizi ne kadar da evrensel yapıyormuş aslında. O evrenin bir parçası olan bir insan…Ve insanı sevmekle başlayan her duyguyu tadıyorum o an.
Mevlana'nın bahsettiği aşkın içine dalıyor, eriyor ve "bir" oluyorum.
Bedenim taşan duygularımı taşımada sınırlı kalıyor. Göğsümü açıyorum gökyüzüne. Gökyüzü coşuyor, kelimelerden geçip lâl oluyorummmmm..............................