Tuesday, October 30, 2012

Yılanlı Dağı- Kayseri (1700 m)

Şehir merkezinin kuzeybatısında; Kayseri'ye her gidişimde yanı başımızda bulunan Yılanlı Dağı, bizi üzerinde bulunan kıymetlisi tümülüs zirvesine davet ediyor. Dallarında bülbüllerin sabah ezgisiyle bizi karşıladığı meşe ve kavak ağaçları sonbahar renkleriyle bezenmişler. Kahvaltı etmeden erkenden yürümeye başlamamıza rağmen bize meyvelerini ikram eden ardıç ve kuşburnu ağaçları açlığımızı kırıp yolumuza devam edecek enerjiyi bize sağlıyorlar. 




Liken desenli kayalar zirve için kısa yollarımıza basamak oluşturuyor. Düz yoldan değil de bu kayalardan tırmanırken dağın gerçek dokusunu hissedebildiğim ve biraz da ben de keçilik olduğundan kayalardan tırmanmayı seviyorum. Bir buldozerin açtığı yoldan değil de dağın doğal yüzeyinden yürüdüğünüzde bir çok farklı ot türü, orda yaşayan hayvanların yürüyüş yolu olan minik patikalar ile karşılaşabilirsiniz. Köpeklerin minik patikasından yürürken yavşan otunun adaçayı ve lavanta karışımı kokusu bize eşlik ediyor. Sincapların ve alakargaların, minik şapkalı meşe palamutlarını neden bu kadar çok sevdiklerini anlamaya çalışıyorum. Tadına bakıyorum. Tatsız ve acı badem arası bir tadı var. Ama sincap ve alakargalar için yoğun ve doyurucu olmalı. Bunun dışında, benim için doğanın en sevimli görüntülerinden biridir; minik şapkalı meşe palamudu.

Adı Yılanlı Dağı olmasına rağmen zirveye giden yolda sadece bir yavru yılanla karşılaşıyoruz.1600 m de tümülüs karşımızda.




Bu, yığın toprak ve taşlardan oluşan yapay tepe'nin altında kral ve kral ailesi için inşa edilmiş bir mezar odası var.
Kayseri'nin çevre kasaba ve köylerinde, Yılanlı Dağı'nın üstünde, Ali Dağı'nın kuzey batı zirvesinde ve adını henüz keşfetmediğim dağların üzerinde çok miktarda tümülüs mevcut. Ayrıca, bu tümülüslerin Romalılar zamanında haberleşme için de kullanıldığı biliniyor. Yakılan bir ateşle bir tümülüsten diğer tümülüse haber gönderilir ve bu zincir İstanbul'a kadar gidermiş. Kim bilir kaç kez yakılıp kaç kez civar şehirlerden yardım istenmiştir ?

1700 m'de timülüsün zirvesindeyiz. Benim için artık bir dosta dönüşen Erciyes açık zirvesiyle yine bana en güzel hediyesini sunuyor. (Erciyes'in zirvesi genelde bir bulutla örtülüdür. Havasında olduğu zamanlarda bir merhaba demek için ya da sizi zirvesine davet edesi varsa Erciyes'in görüntüsü tümüyle ortaya çıkar. Ki Erciyes'in zirvesine yolculuğum onun beni daveti üzerine olmuştur. O gün bugün Kayseri'de ki en sıkı dostumdur)



Tümülüsten görünen  Kayseri manzarası.


Zirveye bir zirve daha ekledik.



Yükseklerde çiftleşmeyi ve üremeyi seven uğur böcekleri.

Yılanlı Dağı'nın kanayan yarası. Kum ocağı için toprak alınan aslında çalınan kısım.


Ve dönüş yolunda bizi Kayseri'den uğurlayan Erciyes.









Thursday, October 25, 2012

Belediye Bey, Köy işte burası Köy

Kayseri'nin Dadağı Köyü'ndeyiz bugün. Bizim misafir olduğumuz ev köyün girişinde. Deniz' le birlikte köye doğru yürüyoruz. "Dadağı Köyü'ne Hoşgeldiniz" yazan büyük tabelanın altından geçerek köye ayak basıyoruz. Eskiden de böyle gelinirmiş köylere. Yürüyerek. Bir köyden bir köye...
Odun kokusu karşılıyor bizi. Belli ki bir bahçede ekmek ya da yufka yapılıyor. Kokular herhangi bir anda, zihinden imgelenemezler. Ama var oldukları an, insanın zihninde bir sürü çağrışım pırıltısı yakarlar. Bu kokuyla çocukluğuma, bahçemizde salçaların kaynadığı, babamla közünde mısır pişirdiğimiz anlara gittim.
Sonra bir köyün olmazsa olmazlarından; dinozorların varisi tavuklarla karşılaştık ve yine bir başka koku, tezek kokusu.
Ama durun bir dakika! Aslında burası bir köy değilmiş. Köyün bir kaç yerinde gördüğüm Büyükşehir Belediyesi otobüs duraklarından, Dadağı Mahallesi tabelasından şikayet edesim var. 1951'den kalan taş evleri, yolda buldukları sopayı atı sanıp bir köyden bu köye koşturan çocukları, odun ve tezek kokusu,bahçesindeki taş değirmeni, nehrin devirdiği ağaç gövdesi, sonbaharı yaşayan bağı ve bahçesi ile kalbi minik minik atan bir köy burası. Beden dili, karakteri, kişiliği ile köy olan bir yeri sen ne diye Belediye'ye bağlayıp mahalle yaparsın ki? Kaynaklarından yararlanıp, ileride imara açıp, bağını bahçesini tüketmek, 1951'lerden kalan taş evlerini sömürmek için mi? İki basketbol potası diktirmekle, bir çocuk parkı yaptırmakla hemen sahiplenemezsin o köyü, belediye bey.
Bağları bahçesi, sonbahar renkleri, kokusu, insanları tüm döngüsü bir ahenk. Köy işte burası köy.

Wednesday, October 24, 2012

Deli Kuşu Özledim

Deli kuşumun evinde olmak ve deliliği tadına vararak yaşayabilmek. Hem de onu bir senedir görmemişken, denk olaylar yaşamak, ordan bağlantılar kurmak, farklı şeyler yaşamış olsakta hala anlayabilmek...Hissedebilmek dünyaya ait kaygılarını, zihinsel sancılarını ve kalpsel atışlarını deliliğin ve hep deli kalabilenlerin..:)Tüm muhabbetlerin, hissedişlerin içinden gecenin sonlarına doğru, Çolpan İrlanda, İsveç, Finlandiya ve Belçika 'dan getirdiği çikolatalardan koyuyor önüme. Kendimi dört tarafı adalarla çevrilmiş deniz gibi hissediyorum, farklı ülkelerde kıyısı olan.Çikolatalarla başbaşa kalıyorum, bir ayin gibi eğleniyorum hepsiyle. Amelie'nin eline tüm çilekleri geçirip yediği sahnedeymiş gibi..Tüm çikolataları seviyorum.En çok İrlanda'dan olanını.
Kaşık ( Çolpan'ın kedisi) dışar gezmelerinden dönüpte evin yolunu buldurursa diye camları açık bırakarak yatıyoruz. Ama Kaşık'tan ses seda çıkmıyor o gece. Saat 5 sıraları bir ambulans geçiyor. Ben güzel rüyalar peşinde ilerlerken birileri can mücadelesi veriyor. Niye ölürken bile mücadele eder ki insan. Yaşam da var olan yargılarımızdan kurtulduğumuzu sanırken aslında ölüme karşı da mı yargılıyız?
Ölüm üzerine düşünüyorum sonra. Bir yanım ben çok uzun süre yaşıyacağım, yapacak çok şey var, dönüştürülecek çok şey var derken, bir yanım da merak ederek ölümü bir ara ölüceğim diyor. Hem de Emre' nin sevdiği şeylere karşı verdiği ahh, ohh tepkilerini vererek, seslerini çıkararak ölüceğim. Biliyorum ki sadece bir döngünün parçası ölümüm.Bu döngünün ne olduğunu anlamlandırmada doğa bana metaforunu sunuyor. Tohumun toprağa düşmesi gibi, aslında bedenim bir tohum toprakla beslenen, onun içinde çürüyüp ona karışan.Sonrası... neresi olduğunu bilmediğim bir diyarda yeşerecek mis kokulu çiçeği . Kim bilir sonra yine başka bir döngüye girecek derken... Araba vızıltısı hiç kesilmeyen sokağın seslerine dalıyorum .

Sürekli Zamanlarda Sevmek


Konya yüksek hızlı trenindeyim.Hızlı trene gelişimizde hızlı olduğundan tam da yavaşlama özlemi çekerken benim için hızlı bir yolculuk başlamış oldu. 9.03 te evden çıkıp trenin kalkışına 1 dakika kala bilet gişesindeydim. İnternetten aldığım biletin çıktısını alıp koşarak hızlı trene bindim. Yani tren hızlanmadan ben çoktan hızlanmıştım. Bugün Deniz (eşim) de iş için Arabistan' a gidiyor. Beni gara o bıraktı. Ona sımsıkı sarılasım ve öpesim varken. Yetişebilmek için artan ivmemizle yanağına bir öpücük koyup arabadan inip tren garına koştum. İvmesinin gittikçe artmasını dilediğim bir öpücük. Sarılmaları, sevişleri, öpüşleri sadece son anlara, ayrılmalara, bayram, seyrana saklamamalı insan. Her zaman sarılmalı sevdiceğine.
Veda da edemedim, sarılamadım diye burukluk olmadı içimde. Çünkü ben severim, sarılırım, öperim (Sürekli zamanlarda)
Sarı uçsuz bucaksız dümdüz tarlalar. Küçük prensin saçları gibi renkleri. Ve tilki ile muhabbeti geliyor aklıma.
“Sen kimsin? Çok güzel görünüyorsun.”
“Ben bir tilkiyim.”
“Gel, birlikte oynayalım. Öyle mutsuzum ki” dedi küçük prens.
“Seninle oynayamam” dedi tilki, “ ben evcil bir hayvan değilim.”
“Buna çok üzüldüm” dedi küçük prens. Ama biraz düşündükten sonra: ”Evcil ne demek?” diye sordu.
“Anladığım kadarıyla burada yaşamıyorsun” dedi tilki, “kimi arıyorsun?”
“İnsanları arıyorum,” dedi küçük prens, “ peki ama ‘evcil’ ne demek?”
“İnsanlar,” dedi tilki, “tüfeklerle dolaşırlar ve avlanırlar. Tam bir baş belasıdırlar. Bir de tavuk yetiştirirler. Tüm işleri bundan ibarettir. Sen de mi tavuk arıyorsun?”
“Hayır, ben arkadaş arıyorum. Ama ‘evcil’ ne demek?”
“Bu pek sık unutulan bir şeydir. ‘Bağ kurmak’ anlamına gelir.”
"Bağ kurmak mı?"
“Evet. Örneğin, sen benim için sadece küçük bir çocuksun. Diğer küçük çocuklardan hiçbir farkın yok benim için. Sana ihtiyacım da yok. Aynı şekilde, ben de senin için dünyadaki yüz binlerce tilkiden biriyim sadece. Bana ihtiyaç duymuyorsun. Ama beni evcilleştirirsen eğer, birbirimize ihtiyacımız olacak.Sen benim için tek ve işsiz olacaksın, ben de senin için.”
“Anlamaya başlıyorum” dedi küçük prens. “Bir çiçek var. Sanırım o beni evcilleştirdi.”
“Olabilir. Dünyada her şey mümkündür.” dedi tilki.
“Ama bu çiçek dünyada değil.”
Tilki şaşırmıştı. “Başka bir gezegende mi?”
“Evet.”
“Peki orada avcılar da var mı?”
“Hayır, yok.”
“Bu çok ilginç. Peki ya tavuklar?”
“Hayır. Tavuklar da yok.”
“Eh, hiçbir yer mükemmel değildir” dedi tilki içini çekerek. Sonra kendini anlatmaya başladı:
“Yaşamım çok monotondur. Ben tavukları avlarım, avcılar da beni.
Bütün tavuklar birbirine benzer. Bütün insanlar da öyle. Bu yüzden biraz sıkılıyorum. Ama beni evcilleştirirsen eğer, yaşamıma bir güneş doğmuş olacak. Senin ayak seslerin benim için diğerlerinden farklı olacak. Ayak sesi duyduğum zaman hemen saklanırım. Ama seninkiler, bir müzik sesi gibi beni gizlendiğim yerden çıkaracaklar. Şu ekin tarlalarını görüyor musun? Ben ekmek yemem. Buğday benim hiçbir işime yaramaz. Bu yüzden de bu tarlalar bana hiçbir şey hatırlatmazlar. Buna üzülüyorum. Ama sen beni evcilleştirseydin, bu harika olurdu. Altın renkli saçların var senin. Ben de altın renkli başakları görünce seni hatırlardım. Ve rüzgarda çıkardıkları sesi severdim.
Sustu tilki ve uzun bir süre küçük prensi izledi.

Tuesday, October 23, 2012

...

Dün gece Evren'e sarıldım (Gökhan’ın kardeşi).
Tüm varlığımı hissetmek istercesine.
Öyle sıcak ve içtendi ki…
Sonsuzluğa daldım gözlerinde
...

Sunday, October 7, 2012

Nefessiz Bırakıyorsun beni ülkem


Bir savaş ağıtı yakıyor yüreğim üç gündür. Aslında var olan bir ağıtın sesleri yükseliyor. Daha yakından geliyor. Türkiye’den... Aslında 30 yıldır yaşananlar da bir savaş ya biz savaş diye nitelendirmesek de. Ama yaşadığım ülkede savaş diye nitelendiriliyor şu sıralar olaylar. Yaşadığım mı? Kaçıp gidesim geliyor. Ama Türkiye’den başka bir ülkeye değil. Dünya’dan kaçıp gidesim geliyor.

Kalbimde ve içimde duyduğum ilahi aşk duygusu savaş-barış zıtlığıyla iki uca çekiliyor. Aynı gergin bir tel gibi içimi acıtıyor. Müzik öğretmenimiz Bay Derya bir öğrenci gitarının telini değiştiriyor öğretmenler odasında. Acaba söylesem benim gerilen bu telimi değiştirir mi?

 İnsanların kulaklarına bal mumu dökülmüş gibi. Savaşın ağıtını, ölen insanların çığlıklarını duyuyorlar mı acaba? Günlük koşuşturmacalar devam. Okulda müfettişler toplantı yapıyor. Uğultu gibi sesleri. Pek de anlamıyorum ne dediklerini. Veli- aile-öğretmen- tüketim-üretim kelimeleri geçiyor. İçimde ise dışarıda dönen kapitalist sistem çarklarının ve silah tüccarlarının çığırtkan sesleri yankılanıyor. Tezkere görüşülüyor mecliste.

Perşembe günü Yoga Şala’da vereceğim ilk yoga dersim. Hazırladığım dersim kalp çarka ile ilgili. Niyetim ise kalbimizden akan şefkate ve gerçeğe güvenmek, onu çoğaltmak, paylaşmak. Ama kalbimin telleri bu kadar gerginken, garip bir ruh hali ile gidiyorum derse. Oysa ilk dersim ya, heyecanlı olmam gerekiyor. Ama dedim ya savaş kalbimin akordunu bozdu diye. Duygularım  bozuk.  Her şey bir yalan...

Perşembe okulda nöbetçiyim. Öğrencilerin kendi aralarındaki muhabbetlerini dinliyorum, gözlemliyorum. Savaşı bilgisayar oyunu gibi görüyorlar. Eğer kazanan olmak istiyorsan bir an önce harekete geç! Birbirinden yeni ve macera dolu tüm savaş oyunları burada seni bekliyor!

"Örtmenim, onlar Türkiye’den 5 kişiyi vurdu bizde onların 34 kişisini vurduk. Türkiye daha güçlü örtmenim".

Bir insan öldürmenin ne demek olduğunu anlatmaya çalışıyorum. Türkiye’li öldürmek ya da Suriye’li öldürmek diye bir şeyin olmadığını. İnsan öldürmenin dehşetini, vahşetini anlatmaya çalışıyorum. Ama bilgisayar oyunları sayesinde şiddet kodları o kadar açılmış ki beyinlerinin. Öldürmek zevk veriyor bahsederken onlara. Medyada zaten oyun gibi aktarmıyor mu her şeyi. En heyecanlı savaş oyunlarını bu bölümde oynayabilirsiniz. Rakiplerinizle amansız mücadelelere gireceğiniz savaş oyunları ülkemizde sizleri bekliyor.
 
"Suriye’nin top mermisiyle Akçakale’de 5 Türk vatandaşı ölüyor. Türkiye’de misillemede bulunarak Suriye’deki hedefleri vuruyor. Türkiye’nin ateşi sonucu 34 Suriye’li asker ölüyor".
5 Türk-34 Suriye’li.

"Halep kentinde, Suriye ordusu ile Özgür Suriye ordusu arasında çatışmalar yoğunlaşıyor. 31 kişi hayatını kaybediyor".
31 kişi.

Ölen insanlar, verilen zararlar sadece sayısal verilerden mi ibaret?


"Nereden saldırı gelirse susturulacak" diyen bir dış işleri bakanı, "bize top atana biz gül atamayız " diyen bilmem ne partisinin lideri, "savaşa uzak değiliz" diyen bir başbakan…

Offf..hh

Nefessiz bırakıyorsun beni ülkem.