Saturday, March 29, 2014

TEKAMÜL SÜRECİMİZ HAYROLA

TEKAMÜL SÜRECİMİZ HAYROLA
TÜM ŞERLER DEFOLA
ÖYLE BİR HİS Kİ BU
TÜM NEFRETLER, ACILAR, ÖFKELER AŞK ola!

Kim bilir kimler var hayatımda, özümde, genimde, tenimde...? Kimlerin acılarını, sevinçlerini, öfkelerini, sevgilerini, nefretlerini, aşklarını, kavuşmalarını, ayrılışlarını taşıyorum. Nasıl ki fiziksel bedenimde tezahür ediyorsa bu eşleşmelerin, çiftleşmelerin izleri duygusal bedenimde de tezahür ediyor.
Gidebilsen kaç kuşak öteye gidebilirsin diyor ışıl ışıl gözleriyle Emel Farz. O anda inmeye başlıyorum köklerime. Gidebilsem, hikayelerini toplasam kaç kuşak öteye gidebilirim. Şimdiki ödevim yaşam ve aile ağacımı çıkarmak  Hayatımın en anlamlı ve heyecanlı ödevi. Köklerime onun da köklerine gitmek.
Her kökün süreci bir meyve ile başlamış. Kim bilir hangi topraklarda, hangi diyarlarda çatlayan bir tohum. Ya tohumun içinde taşıdığı öz ve bilgiler. İçinde taşıyor hangi ağaca dönüşeceği, meyvelerinin nasıl kokacağı, çiçeklerinin ne renk açacağı bilgisini.
Ya benim içimdeki tohum. Hangi özleri taşıyor, hangi bilgileri, hangi idraki taşıyor? Ne canlar, kanlar, ne yaralar, ne izler, ne varoluşlar, ne yokoluşlar taşıyor?
Gittikçe gidiyorum. Annemin annesi babası, onların annesi babası, onların da annesi babası derken...wooow.Tüm bilgeliğiyle sonsuza uzanan dev bir ağaç.
Hop bu ağacı izlerken tam tepeme bir meyve düşüyor. Tam tepeme, aklıma, idrak noktama. İdrak ediyorum ne yüce bir varoluş içerisinde olduğumuzu. ( Binlerce teşekkürler içime işleyen o idrak tohumu için Emel Farz)
Ve daha iyi anlıyorum gözlerimden karşımda duran ruhun içine dokunan ışığın taa nerelerden geldiğini...
Ben çok çok çoook uzak yollardan gelen bir yolcuyum arkadaş. Sonsuz sonsuz yollar, canlar, ruhlar, bedenler
Tekamül sürecimiz hayrola
Tüm şerler defola
Öyle bir his ki bu
Tüm nefretler, acılar, öfkeler AŞK ola

Saturday, August 3, 2013

KALDIRIMDA KADIN


Daha henüz dolmuştan inmiş Mesnevi Sok. boyunca yürüyordum. Elimde arkadaşıma vereceğim kamp malzemeleri var. Uyku tulumu, mat ve sırt çantam.
Sabah dinlediğim Hang Drum'ın ritmiyle adımlarımı atarken karşı kaldırımda yığılıp kalmış bir kadın gördüm. Başında iki adam dikiliyordu. Arabalara işaret ederek yol istedim. Kadının yanına vardım. Kamp malzemelerini bir kenara attım.
Kadının vücudu mosmordu. Ambulansa haber vermişlerdi. Adamlar belki ne yapacaklarını bilmiyorlardı ama bir eğilip de bileğini tutup bakamıyorlardı. O an fark ettim ki ben gelince rahatladılar.
Çünkü yerde yatan kadındı
Ve onlar dokunmaya çekiniyorlardı.



Gözler sabitti zar zor alınan nefeslerle iletişim kurmak. Nefes almaya devam et.
 Başının altına uyku tulumunu yerleştirdim. Bilinci kayıyordu. Farkına varmadığımız an ve an yaşamımızın en güzel armağanı olan nefes can çekişiyordu bir bağlantı daha yakalayabilmek için yaşamla. Kaldırımda boylu boyunca gökyûzüne doğru.

Sonra nabzın atışı gitgide kayboldu ve nefes.
Bir kişi daha geldi suni teneffüs yapmayı bilen. Dört nefes. Ve bana kalp masaj noktasını gösterdi ve 10 kalbe masaj. 4 nefes ve 10 masaj ... Ve o ilk NEFES.

Sonra 30 sn de bir alınan nefeslerle 15-20-25 dakikanın bir insan ömrünü icine alıp bağları sıkıştırdığı anlardan. En sonunda ambulans geldi. Kadın kustu. Kusması iyi bir şeymiş ama hala gözleri sabitti.
Ölümü gördüm bir kez daha. Tenime dokunan rüzgar kadar tanıdıktı. Ve sabitti bakışları...


Tuesday, March 12, 2013

DOĞANIN RİTMİNE KARIŞTI dış-IMdaki RİTİMLER



Dün.Bahçeli 7. Cadde bitişi.

Dolmuş duraklarında bitmek bilmeyen Çiğdem Mahallesi dolmuşu bekleme sürecindeyken.

Gelen arabalar, içime işleyen sesler.

Trafik içinde korna sesleri içimde bozuk bir ritim oluştururken.

Aldığım nefes, nefes değil de arsenik tadındayken.

Bir an gökyüzüne baktım. Dolmuş bekleyen zihnimi ve gözlerimi gökyüzüne çevirdim.

Gökyüzünün genişliğinde küçücük kaldı tüm karmaşa. Ve dinginleşti an. 

Bu duyguyla dolmuştan indiğimde kendimi yalıncak ormanında buldum. Yani farklı ve dingin bir ritmin içindeydim.

Toprakta hala hafta sonu yağan yağmurun kokusu vardı ve kıvamı bir ay öncekinden bambaşka. Her tohum için kucak açarcasına.

Ağaçlarda heyecanlı tomurcukların kokusu vardı. Yanlarından geçerken koşulsuzca sizinle paylaştıkları.

Bulutlar bahar yağmurlarını taşıyordu. Sesli ve dopdolu. Her an taşacakmışçasına.

Çimenlerin yeşili baharın ilk tonundaydı.

Esen rüzgarda dinginliğin ferahlığı vardı.

Doğanın bir ritmi var. Büyük şehirlerdeki günlük hayat koşuşturmacaları içerisinde kaçırılan, fark edilmeyen. 
Dün doğanın bana fısıldadıkları

Bu ritmi apartmanlarımızın önündeki ördek biblolarıyla, CD lerden dinlediğimiz kuş sesleriyle, çam kokusunu evimize getirdiğini iddia eden oda parfümleriyle, bahar esintisi diye pazarlanan deterjanlarla yakalamaya çalışmak illüzyonun ta kendisi. Biz kendimizi parayla satın aldığımız bu yapay tonlarla kandırdığımızı sanırken buna ne ruhumuz ne bedenimiz ne de zihnimiz uyum sağlayabiliyor. Sonra bahar yorgunluğu adı altında suni vitamin seansları başlıyor. Oysa doğanın bir parçası ruhumuz, bedenimiz, zihnimiz. Tüm varlığımızın ihtiyacı olan tek şey doğayla baş başa olmak. Doğanın ritmini ve geçişlerini içimize çekmek.

Friday, November 16, 2012

KAÇAK YOLCUNUN YOLCULUĞU

Sahiplenmesem de.
Bir bağ…
Adını başka türlü koyamadığım
Bir bağ uzak yerlerle
Çağırır beni.
Şu sıralar yağmuru çekiyor Kaz Dağlarının düşlerinin ağıyla
Balıkçı Mustafa’nın türküleri
Dut ağacının altından içimi boş viteste salıverdiğim uçsuz bucaksız tarlalar
O tarlaların arkasında görünmeyen ama gidince içine seni alıveren orman
O ormanın içinde yeni başlayan yağmurlarla çıkan yabani otları
Rutubet kokan mantarları
Ve görüp, göremediğim halleri…

Derken

8 kasım Perşembe Ankara- Bayramiç otobüs yolculuğunda.

Yanım boş. Ankara'yı çıkmadan otobüsün durmasıyla yeni yolcu alacaklarınısanıyorum. Oysa binen olmuyor, inen varmış. Yanıma biri gelmeyeceği için seviniyorum. Muavin rahatına bak diyor. Sonra da tüm yolculuk boyunca rahat etmem için elinden geleni yapıyor. İlk servisten sonra şekersiz kahve içtiğimi aklında tutup gece boyunca bana şekersiz kahve ikramı yapıyor.

Yan koltukta genç bir anne yanında baskın karakterli kocası. Anne, baba dediğim ikisi de çocuk. Anne bebeğini emziriyor. Bir kadının genç kızlığından bu yana kambur durarak saklamaya çalıştığı göğüslerini bir otobüs yolculuğunda çıkartıp bebeğini emzirmesidir anne olmak. Yani çocuğunu büyütürken kendi büyürken yitirdiği, utandığı, yasaklandığı kadınlığını utanmadan sevgiyle kucaklayabilmesidir. Bir ninnide düşlediklerine tutunabilmesidir.

Arkamda hararetli ve kızgın bir şekilde telefonla konuşan Karadeniz’li bir teyze. Kızının kocasını vurmaya gidiyor. Kayış kopuk. Anahtar varmış. Adamın uyuyor olmasıiçin dua ediyor. Uyuyorsa boğacak. Boşansınlar diyorum. “Şimdi ben onlarıboşandıracağum” diyor. Teyze bütün gece söyleniyor. Hedefindeki maktülden sonra Karadeniz Holding’ten sıra dayağına çekeceği kişilere tek tek söylenircesine kendi kendine sövüyor. İçinde dert çektirenler ve çektirecekleri kadrosu hayli kalabalık.
 
Sevgili arkadaşım Çiğdem’in abisinin ölüm haberini alıyorum. “Harcanıp gidiyor ömür dediğin” türküsünü söylerken içimden, mola verdiğimiz yerde Ömür Köftecisi ile karşılaşıyorum. İçli Köfteleri meşhur olmalı.

Dinlenme tesisinde kafes kafes içinde bir muhabbet kuşu. Kendi zevkin için nice hayatlar soğuruyorsun insanoğlu.

Saat 05.30 da Bayramiç Muratlar Köyü girişinde iniyorum.  Otobüsün camında Karadeniz'li Teyze bana el sallıyor...

Tuesday, October 30, 2012

Yılanlı Dağı- Kayseri (1700 m)

Şehir merkezinin kuzeybatısında; Kayseri'ye her gidişimde yanı başımızda bulunan Yılanlı Dağı, bizi üzerinde bulunan kıymetlisi tümülüs zirvesine davet ediyor. Dallarında bülbüllerin sabah ezgisiyle bizi karşıladığı meşe ve kavak ağaçları sonbahar renkleriyle bezenmişler. Kahvaltı etmeden erkenden yürümeye başlamamıza rağmen bize meyvelerini ikram eden ardıç ve kuşburnu ağaçları açlığımızı kırıp yolumuza devam edecek enerjiyi bize sağlıyorlar. 




Liken desenli kayalar zirve için kısa yollarımıza basamak oluşturuyor. Düz yoldan değil de bu kayalardan tırmanırken dağın gerçek dokusunu hissedebildiğim ve biraz da ben de keçilik olduğundan kayalardan tırmanmayı seviyorum. Bir buldozerin açtığı yoldan değil de dağın doğal yüzeyinden yürüdüğünüzde bir çok farklı ot türü, orda yaşayan hayvanların yürüyüş yolu olan minik patikalar ile karşılaşabilirsiniz. Köpeklerin minik patikasından yürürken yavşan otunun adaçayı ve lavanta karışımı kokusu bize eşlik ediyor. Sincapların ve alakargaların, minik şapkalı meşe palamutlarını neden bu kadar çok sevdiklerini anlamaya çalışıyorum. Tadına bakıyorum. Tatsız ve acı badem arası bir tadı var. Ama sincap ve alakargalar için yoğun ve doyurucu olmalı. Bunun dışında, benim için doğanın en sevimli görüntülerinden biridir; minik şapkalı meşe palamudu.

Adı Yılanlı Dağı olmasına rağmen zirveye giden yolda sadece bir yavru yılanla karşılaşıyoruz.1600 m de tümülüs karşımızda.




Bu, yığın toprak ve taşlardan oluşan yapay tepe'nin altında kral ve kral ailesi için inşa edilmiş bir mezar odası var.
Kayseri'nin çevre kasaba ve köylerinde, Yılanlı Dağı'nın üstünde, Ali Dağı'nın kuzey batı zirvesinde ve adını henüz keşfetmediğim dağların üzerinde çok miktarda tümülüs mevcut. Ayrıca, bu tümülüslerin Romalılar zamanında haberleşme için de kullanıldığı biliniyor. Yakılan bir ateşle bir tümülüsten diğer tümülüse haber gönderilir ve bu zincir İstanbul'a kadar gidermiş. Kim bilir kaç kez yakılıp kaç kez civar şehirlerden yardım istenmiştir ?

1700 m'de timülüsün zirvesindeyiz. Benim için artık bir dosta dönüşen Erciyes açık zirvesiyle yine bana en güzel hediyesini sunuyor. (Erciyes'in zirvesi genelde bir bulutla örtülüdür. Havasında olduğu zamanlarda bir merhaba demek için ya da sizi zirvesine davet edesi varsa Erciyes'in görüntüsü tümüyle ortaya çıkar. Ki Erciyes'in zirvesine yolculuğum onun beni daveti üzerine olmuştur. O gün bugün Kayseri'de ki en sıkı dostumdur)



Tümülüsten görünen  Kayseri manzarası.


Zirveye bir zirve daha ekledik.



Yükseklerde çiftleşmeyi ve üremeyi seven uğur böcekleri.

Yılanlı Dağı'nın kanayan yarası. Kum ocağı için toprak alınan aslında çalınan kısım.


Ve dönüş yolunda bizi Kayseri'den uğurlayan Erciyes.









Thursday, October 25, 2012

Belediye Bey, Köy işte burası Köy

Kayseri'nin Dadağı Köyü'ndeyiz bugün. Bizim misafir olduğumuz ev köyün girişinde. Deniz' le birlikte köye doğru yürüyoruz. "Dadağı Köyü'ne Hoşgeldiniz" yazan büyük tabelanın altından geçerek köye ayak basıyoruz. Eskiden de böyle gelinirmiş köylere. Yürüyerek. Bir köyden bir köye...
Odun kokusu karşılıyor bizi. Belli ki bir bahçede ekmek ya da yufka yapılıyor. Kokular herhangi bir anda, zihinden imgelenemezler. Ama var oldukları an, insanın zihninde bir sürü çağrışım pırıltısı yakarlar. Bu kokuyla çocukluğuma, bahçemizde salçaların kaynadığı, babamla közünde mısır pişirdiğimiz anlara gittim.
Sonra bir köyün olmazsa olmazlarından; dinozorların varisi tavuklarla karşılaştık ve yine bir başka koku, tezek kokusu.
Ama durun bir dakika! Aslında burası bir köy değilmiş. Köyün bir kaç yerinde gördüğüm Büyükşehir Belediyesi otobüs duraklarından, Dadağı Mahallesi tabelasından şikayet edesim var. 1951'den kalan taş evleri, yolda buldukları sopayı atı sanıp bir köyden bu köye koşturan çocukları, odun ve tezek kokusu,bahçesindeki taş değirmeni, nehrin devirdiği ağaç gövdesi, sonbaharı yaşayan bağı ve bahçesi ile kalbi minik minik atan bir köy burası. Beden dili, karakteri, kişiliği ile köy olan bir yeri sen ne diye Belediye'ye bağlayıp mahalle yaparsın ki? Kaynaklarından yararlanıp, ileride imara açıp, bağını bahçesini tüketmek, 1951'lerden kalan taş evlerini sömürmek için mi? İki basketbol potası diktirmekle, bir çocuk parkı yaptırmakla hemen sahiplenemezsin o köyü, belediye bey.
Bağları bahçesi, sonbahar renkleri, kokusu, insanları tüm döngüsü bir ahenk. Köy işte burası köy.

Wednesday, October 24, 2012

Deli Kuşu Özledim

Deli kuşumun evinde olmak ve deliliği tadına vararak yaşayabilmek. Hem de onu bir senedir görmemişken, denk olaylar yaşamak, ordan bağlantılar kurmak, farklı şeyler yaşamış olsakta hala anlayabilmek...Hissedebilmek dünyaya ait kaygılarını, zihinsel sancılarını ve kalpsel atışlarını deliliğin ve hep deli kalabilenlerin..:)Tüm muhabbetlerin, hissedişlerin içinden gecenin sonlarına doğru, Çolpan İrlanda, İsveç, Finlandiya ve Belçika 'dan getirdiği çikolatalardan koyuyor önüme. Kendimi dört tarafı adalarla çevrilmiş deniz gibi hissediyorum, farklı ülkelerde kıyısı olan.Çikolatalarla başbaşa kalıyorum, bir ayin gibi eğleniyorum hepsiyle. Amelie'nin eline tüm çilekleri geçirip yediği sahnedeymiş gibi..Tüm çikolataları seviyorum.En çok İrlanda'dan olanını.
Kaşık ( Çolpan'ın kedisi) dışar gezmelerinden dönüpte evin yolunu buldurursa diye camları açık bırakarak yatıyoruz. Ama Kaşık'tan ses seda çıkmıyor o gece. Saat 5 sıraları bir ambulans geçiyor. Ben güzel rüyalar peşinde ilerlerken birileri can mücadelesi veriyor. Niye ölürken bile mücadele eder ki insan. Yaşam da var olan yargılarımızdan kurtulduğumuzu sanırken aslında ölüme karşı da mı yargılıyız?
Ölüm üzerine düşünüyorum sonra. Bir yanım ben çok uzun süre yaşıyacağım, yapacak çok şey var, dönüştürülecek çok şey var derken, bir yanım da merak ederek ölümü bir ara ölüceğim diyor. Hem de Emre' nin sevdiği şeylere karşı verdiği ahh, ohh tepkilerini vererek, seslerini çıkararak ölüceğim. Biliyorum ki sadece bir döngünün parçası ölümüm.Bu döngünün ne olduğunu anlamlandırmada doğa bana metaforunu sunuyor. Tohumun toprağa düşmesi gibi, aslında bedenim bir tohum toprakla beslenen, onun içinde çürüyüp ona karışan.Sonrası... neresi olduğunu bilmediğim bir diyarda yeşerecek mis kokulu çiçeği . Kim bilir sonra yine başka bir döngüye girecek derken... Araba vızıltısı hiç kesilmeyen sokağın seslerine dalıyorum .